Her gün yeni bir felaketle karşı karşıya kalıyoruz. Ormanlarımız yanıyor, nefesimiz daralıyor. Deprem oluyor, binalar çöküyor, insanlar can veriyor. Askerler, madenciler, ormancılar ölüyor; bebekler hastanelerde hayatlarını kaybediyor. Daha neler neler. Fakat bu ülkenin yönetiminden bir kişi bile çıkıp, “Sorumluluk bizdedir” diyemiyor, demiyor. Çünkü bizde felaketlerin sorumlusu ya hava, ya fıtrat, ya insanlık, ya da kader oluyor. Sorumluluk hep bir başka yerde.
Yangın mı çıktı? Suç mangalcıların ya da otel personelinin. Hastanede bebek mi öldü? “İnsanlık ölmüş”. Maden çöktü mü? Kader. Askerler şehit mi oldu? “Mesleğin fıtratında var.” Deprem mi oldu? “Doğal afet” denilip geçiliyor. Ama bu afetlerin nasıl felakete dönüştüğü sorgulanmıyor. Her olayda bir sorumlu var; ama hiçbir zaman o sorumlu gerçek iktidar olmuyor.
Bakanlar ya da bürokratlar, devletin imkânlarını kullanırken var ama sorumluluk paylaşırken yok. İcraatın başı olduğunu her fırsatta hatırlatırlarken, hesap verme zamanı geldiğinde sessizler. Hiçbir bakan, hiçbir yetkili, yaşanan bir facianın ardından istifa etmiyor. Çünkü bizde istifa bir erdem değil, bir suç kabul ediliyor. İstifa eden, suçu kabul etmiş sayılıyor; o yüzden herkes koltuğuna sıkı sıkıya sarılıyor.
Oysa demokrasinin olduğu yerde hem hesap verilebilirlik hem de hesap sorulabilirlik vardır. Bir ülkede yöneticiler halkına karşı sorumludur. İşini yapmayan, görevini kötüye kullanan ya da görevini layıkıyla yapamayan istifa eder, yerini ehline bırakır. Ancak bizde bırakın istifayı, özür bile dilenmiyor. Hatta geçtim özrü suçlu hep kendileri dışındakiler.
Türkiye, sorunlarını kaderle açıklayan bir yönetişim biçimine mahkûm edilmiş durumda. Bu halk, sorumluluktan kaçanları değil; sorumluluğu omuzlayanları hak ediyor. Vatandaşının dar gününde yanında olmak kadar, dar güne düşmesini engelleyen yöneticileri istiyor. Çünkü gerçek liderlik, sadece iyi günde alkış toplamakla değil; kötü günde sorumluluk alabilmekle ölçülür. Ne yazık ki bu ülkede sorumluluk yoksa, hiçbir felaketin önüne geçilemez. Ve her şey böylece “olağan” hale gelir: Ormanlar yanar, madenler çöker, bebekler ölür... Biz ise sadece izleriz. Ta ki bir gün, sorumluluğun gerçekten ne olduğunu hatırlayana kadar.

























