Bugün, 6 Şubat depreminin üzerinden tam bin gün geçti. Dile kolay… Bin gün. Üç kış, üç yaz… Ama bazıları için hâlâ aynı karanlık sabah devam ediyor.
Bugün katıldığım Geleceğe Yön Ver Derneği’nin önderliğinde yapılan Çocuk Odaklı Medya Çalıştayı’nda, Adıyaman’dan, Hatay’dan gelen konuklar vardı. Konuşmaları sırasında salondaki hava bir anda değişti. Çünkü kelimeler değil, yaşanmışlıklar konuştu orada. Kimi gözyaşını tutamadı, kimi sessizce başını eğdi. Ben ise sadece dinledim ve içimden “biz ne çabuk unuttuk” diye geçirdim.
Çalıştayda ki bir katılımcı anlattı; hâlâ konteynerde yaşıyormuş. “Yazın kırk dereceye ulaşan çelik bir evin içerisinde yaşıyoruz. Kışınsa soba yakıyoruz ama duman çocukların gözünü yakıyor.” dedi. Bir diğeri, “Okul yolu çamur içinde. Bildiğim birçok çocuğun ayakkabısı yok, ama okula gitmek için her sabah ıslanmayı göze alıyorlar. Elimizden geldiği kadar hem onlara hem kendimize yetmeye çalışıyoruz” diye ekledi. Bu cümleleri duyunca insanın boğazına bir şeyler düğümleniyor. Çünkü o çocuklar hâlâ oyuncak değil, umut peşinde.
Hemen aklıma şu soru geldi. Peki, biz ne yapıyoruz?
Biz burada küçük şeyleri büyütüyoruz. Bir yol kapansa, bir randevu iptal olsa sinirleniyoruz. Ama o kadınlar hâlâ su kuyruğuna giriyor. Çocuklar hâlâ yanan ya da buz gibi olan konteynerlerde ders çalışmaya çalışıyor. Ve biz, kaloriferin yanında ya da klimanın altında kahvemizi yudumlarken, onların hikâyesi sadece bir haber başlığı olarak geçip gidiyor ekranlarımızdan.
Bir annenin “çocuğumun odası olsun istedim ama konteynerde zaten tek oda var” dediğini duyduğumda, lüksün tanımını yeniden düşündüm. Bizim için sıradan olan şeyler …sıcak su, bir yatak, sağlam bir duvar gibi, onlar için ulaşılması güç bir hayal artık.
Bin gün geçti ama kadınlar hâlâ hayatın yükünü sırtında taşıyor, hem anne, hem işçi, hem tamirci, hem öğretmen olmuş durumda. Çocuklar hâlâ sokaklarda oyun değil, kaybettikleri arkadaşlarını arıyor. Hâlâ deprem kelimesini duyunca irkiliyorlar.
Evet, belki artık binalar yeniden yapılıyor ama insanların içindeki yıkıntılar hâlâ onarılmadı.
Bin gün geçti ama umut ve huzur hâlâ eksik.
Belki de artık susmak yerine sormalıyız:
O çocuklar ne durumda?
O kadınlar nasıl ayakta kalıyor?
Ve biz, gerçekten neyin peşindeyiz?
Belki artık yapabileceğimiz en anlamlı şey; şımarıklığımızı bir kenara bırakıp, hâlâ orada yaşam mücadelesi veren insanların sesini duymak…
Biraz daha empati, biraz daha vicdan…
Belki en çok da “şükür” gerek bize.
Çünkü aslında çok lüks bir hayat yaşıyoruz, sadece farkında değiliz.
























