1960'lı yıllardı. Ev ihtiyaçlarını görmek üzere oğluyla birlikte çarşıya çıkmıştı. O dönemlerde çarşı dendi mi, gıda ve tüketim ihtiyaçlarının karşılandığı pazar yerleri anlaşılırdı. Bugünkü gibi AVM'ler yoktu. Bakkallar da yetersizdi.
Adetiydi, evden yürüyerek çarşıya gider, eski buğday pazarının içindeki ve civarındaki esnafları gezerek fiyatları tek tek soruşturduktan sonra alış verişe başlardı. Yine öyle yaptı. Her zaman belli dükkanlara uğradığı için esnaflar onu tanır: "Hocam buyur" diyerek ilgi gösterir, iltifat ve ikramda bulunurlardı. Ancak o, çok fazla ısrar olmadıkça ikram tekliflerini pek kabul etmez, bazen yemek yiyorlarken buyur ettiklerinde de onlara teşekkür eder, işine bakardı.
Bir gün oğlu: "Baba, niye insanların teklif ettiği çay, kahve, ayran, meşrubat, etliekmek, börek gibi ikramlarını kabul etmiyorsun?" deyince şu hadis-i şerifi okuyarak cevap vermişti: "Oğlum, insanlara yük olmamalı. Peygamberimiz: 'Velâ tekûnû kellen ale'n-nâs =İnsanlara yük olmayın!' buyuruyor, buna herkesten önce bizim dikkat etmemiz lazım" demişti.
Başkalarına karşı böyle hassas davranıyordu ama kendisi ikramda bulunmayı pek severdi. İmam olarak 1950'lerde göreve başladığı Sakyatan köyünde ikindi namazdan sonra "hoş geldin" diyen cemaate dönerek: "Haydi cemaat, çay içmeye bizim eve buyurun" demiş, cemaat büyük bir şaşkınlık yaşamıştı. Cemaatin kıpırdamadığını görünce de: "Yahu ne duruyorsunuz, hadi buyurun!" diye ısrar edince, köyün muhtarı Çakmakların Hacı Murat Ağa şöyle seslenmişti: "Biz senin gibi hocayı ilk görüyoruz. Bugüne kadar cemaati evine davet eden hoca bu köye gelmedi, Sen nasıl hocasın böyle ya!..." İşte Hocanın bu cömertliği, köylünün onu daha çok sevip saymasına sebep olmuştu.
Çarşıda uğradığı her esnaftan aldığı malı bir köşeye bırakır: "Ben araba tutup bunu almaya tekrar geleceğim" der ve diğer dükkanlardan aldığı mal için de aynı tembihatı yapardı. Bu bazen beş-altı dükkanı bulurdu. Sonunda, aldıklarını taşımak için tutacağı araba sürücüsüyle sıkı bir pazarlığa girişirdi. Çünkü pazarlık sünnetti. O gün de öyle yaptı. 25 lira isteyen arabacıyı 20 liraya ikna ederek anlaştı. Dükkanlara uğrayıp ayırdıklarını alarak eve doğru yola koyuldular.
Eşya taşımak için o yıllarda en çok at arabası kullanılırdı. Nal seslerinin şakırtısı altında koyulaşan sohbet daha bitmeden yolculuk bitivermişti. Çünkü, insanlarla konuşmayı ve kaynaşmayı çok seven bir huyu vardı. İlk tanıştığı insanların adını ve memleketini mutlaka sorar, çocuklarına varıncaya kadar öğrenmeye çalışırdı. "Bu Peygamberimizin sünnetidir der, Taif dönüşü sığındığı bağda tanıştığı Addas'a da adını, nereli olduğunu, ne iş yaptığını sormuştu" diye anlatırdı.
Arabacı eve gelince, o sohbetin verdiği tatlılıkla eşyaları iştahla indirmişti. Tahta merdivenli balkona koşarcasına taşıdı. İş bitince sıra ücretini almaya gelmişti. Hocaefendi, cüzdanına düzgünce yerleştirdiği paraları birer birer sayarak: "Şu 10, şu 15, şu da 20" dedikten sonra, arkasından "Şu 5 lira da benden ilave. Senin çok emeğin geçti, eşyaları da taşıdın, hakkını helal et" diyerek paraları eline sıkıştırdı.
Arabacı, "Hocam biz 20 liraya pazarlık yapmıştık ama..." dese de "Bu benim ikramımdır" diyerek onun ilk söylediği 25 lirayı da böylece ödemiş oldu. Arabacıdaki sevinci görmeliydiniz! Dualar ederek merdivenlerden hızlıca indi ve arabasına uçarcasına atladığı gibi gözden kayboldu.
Kendisinden örnek aldığımız bu kahraman insan, merhum babamdı..