İŞİNİ KENDİ YAPANLA
BAŞKASINA YAPTIRIP ÜCRET ALANLAR
Çok sıcak bir yaz günüydü. Yapılacak çok iş vardı ve öğle vakti gelmeden işi bitirmeliydi. Eskiden halk arasında imece usûlü yaygındı. İşin durumuna göre erkekler veya kadınlar toplanır, el birliğiyle birbirlerine veya herhangi bir yere topluca yardım ederek o işin kolayca görülmesini sağlarlardı. Kardeşlik ve komşuluk hukukuna dayanan bu dayanışma, hiçbir millette olmayan güzel bir sosyal yardımlaşma örneğiydi. Ahmet Hamdi Tanpınar "Beş Şehir" isimli eserinde, Hacı Bayram Veli üzerinden bu imece usûlünü çok güzel anlatır.
Camilerin temizlik ve bakımları da eskiden bu usûlle yapılırdı. Mahallenin kadınları her Cuma toplanır, namaz vaktine kadar camiyi el birliğiyle siler süpürür, pırıl pırıl yaparlardı. Ancak Mehmet Hoca böyle bir yardıma ihtiyaç duymaz, kimseye yük olmazdı. Caminin günlük ve haftalık bakım ve temizliğini kendi yapardı. Üstelik bu yer, Polis ve komiserlerin namaz kıldığı şehir merkezine yakın Köprübaşı karakolunun yanı başındaki Hacı Mustafa Ağa Camii idi.
Her gün Peygamber sünnetidir diye “Duha namazı”nı kıldıktan sonra kuşluk uykusuna yatan Mehmet hoca, o Cuma günü yatmadı ve kahvaltısını yaptıktan sonra evinden camiye çıktı. Gün tepeye çıkmadan işi bitirmeliydi. Tek başına temizliğe başladı. Murakıpların kontrole geldiklerinde özellikle baktıkları görünmeyen yerlerin tozlarını aldı. Minber, kürsü, mihrap, pencere önleri, kenar, köşe, her yeri elden geçirdi. Sonrasında el süpürgesiyle halıları baştan sona süpürdü. Sıra kapı çıkışındaki ayakkabılıklara gelmişti. Elindeki su kovasını gezdirip ıslattığı bezleri kullanarak ayakkabılıkları silmeye başladı. Tam bu sırada birinin camiye girdiğini gördü. Bu oğluydu. Önce eve gelmiş, annesiyle görüştükten sonra babasının iki saattir camide temizlik yaptığını öğrenmişti.
“Es-Selamü Aleyküm Baba, kolay gelsin” sesiyle başını kaldırınca, taşrada Karadeniz'de görevi yapan oğlunu karşısında görüverdi. Hürmetle elini öpen oğluyla kucaklaştı. Sevinci gözlerinden okunuyordu. Doğrusu bu sürpriz ziyaret onu şaşırtmıştı, çünkü geleceğinden haberi yoktu. “Niye haber vermedin oğlum?” deyince: “Baba ani oldu, size haber vermeye fırsatım olmadı” dedi. O yıllarda cep telefonu yoktu. Taşra ile haberleşmek problemdi. Mektup, telgraf veya çevirmeli manyetolu telefonlarla haberleşme sağlanırdı. Aranacak numara ve şehir PTT’ye yazdırılır, saatlerce beklenir, hat düşerse görüşülürdü. Bazen de görüşmeler ertesi güne kalırdı.
Ayakta hoş-beşten sonra oğlu, içi su dolu kovanın yanına gidip temizlik bezini alarak babasına döndü: “Hadi baba sen eve git, temizliği bitirip ben de gelirim” dedi. Fakat babası “olmaz” diyerek karşı çıktı. Oğlu ısrar ediyordu: “Bak baba, sen zaten yorulmuşsun, kaç saattir de çalışıyorsun, biraz dinlen” dese de babası “Olmaz oğlum” diyor başka şey demiyordu. Oğlu ısrarını sürdürerek: “Baba ne olur biraz da ben sevap kazanayım, müsaade et, az bi yer kalmış zaten, lütfen bırak, sen çalışırken ben rahatsız oluyorum” deyince, babası ders niteliğindeki şu karşılığı verdi:
“Oğlum, bu benim görevim, senin değil. Ben, bunun için maaş alıyorum, eğer yaptığım işi başkasına verirsem aldığım maaş helal olmaz. Herkes kendi işini yapsın. Hadi sen eve git, bitirince ben de gelirim” dedi ve eline aldığı bezle ayakkabılıkları tekrar silmeye başladı. Babasının bu sözleri, oğlunun ısrarının sonu oldu. Çaresiz bir şekilde “Peki baba” demekle yetindi ve “El-Emru fevka’l-edeb” kavlince Annesiyle hasret gidermek üzere eve dönmek zorunda kaldı.
İşte onlar böyleydi. Böyle bir babanın eğitim ve terbiyesinden geçmek benim için ne büyük bahtiyarlıktı! Onu minnet ve rahmetle anıyorum. Böyle bir anlayışı şimdilerde ne kadar da özlüyoruz! Örgün eğitim boyunca materyalist felsefe merkezli laik-seküler okullarda göremediğimiz bu anlayışı, bari ailelerimizde bizler yaşatmaya çalışalım. Günümüzde, kendi gireceği dersini asistanına yaptırdığı halde ders ücretini yine kendisi alan hocaları gördükçe buna daha çok ihtiyacımız var!
***